Ana içeriğe atla

Tekmile




Ârif; bilen, tanıyan, anladığını doğru ve derince anlayan, görüp hissettiklerini uzun boylu düşünmeye ihtiyaç duymadan hemen kavrayabilen, değişik ağyâr mülâhazaları karşısında fikir kaymalarına düşmeyecek kadar da sâbit-kadem olan hak eri demektir ki; bilineceği olduğu gibi bilme, varlık, insan ve hâdiseleri “mahiyet-i nefsü’l-emriye”lerine uygun anlama, eşyanın perde arkasına muttali olma, hatta bunların ötesinde keşif ve ilhamlarıyla esrâr-ı rubûbiyet ve esrâr-ı ulûhiyeti en yüksek ufuktan görme ve duyma.. dahası ilm-i tevhide hakkıyla vâkıf olma mânâlarına gelen “irfan” sözcüğü; beceri, hüner ve eskilerin “mârifet-i akliye”, sofilerin de tefekkür, tedebbür, tezekkür ve keşf ü ilham yoluyla keşfedilip hakikatine ulaşılacağını vurguladıkları, şeriat, tarikat, hakikat güzergâhının “muhabbetullah”, “aşkullah” ve “şevk ilâ likaillâh” ufku sayılan “mârifet” kelimesi de aynı kökten gelmektedir.


Kalbî ve ruhî hayat yörüngesinde seyahat eden mârifet erbâbınca ârif, kendine ilâhî ve rabbânî sırların kapı araladığı –bu bir ilk basamaktır– seçkinlerden bir seçkin, başkalarının duyup sezemedikleri esrâra âşina bir lâtife-i rabbâniye eri, ilm-i ledünne açık, derinlerden derin bir aşk u iştiyak kahramanı ve can gözleriyle sık sık eşya ve hâdiseler ötesini temâşâ eden Hak katının gözü sürmeli bir enîs ü celîsidir. Bir yanıyla bu mülâhazayı ifade sadedinde, Alvar İmamı Hazretleri’nin, “Ârifin can gözlerinde nûr-u irfan var olur / Ârife avn-ı Hudâ, sırr-ı meârif yâr olur.” sözlerini kaydetmeden geçemeyeceğim.

Bir diğer yaklaşımla ârif; Yaradan’ı, O’nun isim ve sıfatları çerçevesinde doğru bilip doğru yorumlayan, varlığın arka planındaki hikmetlere vâkıf bulunan; her zaman eserden müessire, fiilden fâile intikal etmesini bilen; tâbir-i diğerle, nefsini ve onun mâhiyetini doğru okuyup doğru yorumlayan ve مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ fehvasınca, böyle bir yorumlamayı, O’nu bilip O’nu tanımaya çevirebilen ve bütün bunlarla vicdan mekanizmasını işletmeye muvaffak olan bir irfan âbidesidir.

Hakikî ârif, ilim mertebesi ve ilim ufku sayılan zihnî zılliyetleri aşarak zâhirî duyu organlarıyla kavranamayan hakaik-i gaybiyeye vâkıf, eşya ve şuûnu aşabilmiş öyle bir mâverâ-yı tabiat (fizik ötesi âlemler) kahramanıdır ki, onun nazarında her ses O’ndan bir nağme ve her nesne de O’ndan bir nâme mesâbesindedir. Âlim, meşgul olduğu hususlara dalıp daha ötesini görememesine karşılık; ârif, zılliyet kaydından sıyrılmış, cevher u arazda, enfüs ü âfâkta –bî kem u keyf– verâların verâsını temâşâ ede ede gaybın gaybına ermiş bir bahtiyardır. Böyle bir bahtiyar, ne ferahı ferah bilir ne de azabı azap olarak duyar; sürekli sübühât-ı vech şuâıyla gözlerini açar-kapar.. durup dinlenmeden hep O’nu duyar, O’nu anar ve “Allah” der soluklanır. Her aynada –istidadına göre– O’nun cemâlini müşahede eden, her hâdisede O’nun kudret-i kahiresiyle ra’şeler yaşayan ve kalbinin ritimlerindeki “Hû” sesiyle bir kere daha teyakkuza geçen böyle bir müntehî, Câmî’nin ifadesiyle, hep Bir’i ister, Bir’i çağırır, Bir’i talep eder, Bir’i müşâhedeye alır, Bir’in bilgisiyle oturur kalkar ve hep “Bir” der inler.

Âlim-i mü’min, sâhib-i hâl; ârif-i billâh ise, sâhib-i makamdır. Hâl, değişmeye maruz; makamsa, Hak inâyetiyle hep sâbittir. Ârifin hâli, teveccühün teveccühle derinleşip damla iken derya, zerre iken güneş olması şeklinde de değerlendirilebilir.. evet ârif, o kadar mârifetle meşbu’dur ki, ne dünya umûrunun hâciyât ve zarûriyâtı, ne de uhrevî âlemlerin câzibedâr güzellikleri kat’iyen onu meşgul etmez / edemez ve hele asla ona husûf ve küsûf yaşatamaz. Evet o, o kadar Hak’ta fâni olmuştur ki, farkına varsın varmasın görenler onu “huluk-u a’zam”ın bir timsali gibi görür ve onu her gördüklerinde de Hakk’ı hatırlarlar. Zira o, baktığı her varlığa kendi ufkundan bakar.. herkesi o ufkun sıcaklığıyla kucaklar ve muhtemel kinleri, nefretleri, düşmanlıkları, sımsıcak bir muhabbete çevirir.

Bir diğer zâviyeden ârif, Cenâb-ı Hakk’ın ef’âl, esmâ ve sıfât ufku ötesinde şuâât-ı Zât ile mest ü mahmûr öyle bir hayret ve heymân eridir ki, dünden bugüne kalb ve ruh erbâbının ona hep “ârif-i billâh” demeleri boşuna değildir. Zîrâ onun, duygu, düşünce, iş ve hareketlerinde gözleri her zaman basîretinin emrinde; lâtîfe-i rabbâniyesi ve sırrı, ötelere müteveccih, dünya ve mâfîhâdan (dünya ve içindekiler) da âdetâ habersizdir. Fuzûlî merhum, bu hususu tavzih sadedinde ne hoş söyler: “Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil / Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!” Evet sanki o, halkın içinde ve onlarla beraber olduğu aynı anda, ruhu öteler ötesine müteveccih أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ rahmânî teveccühünün mazharı olarak öyle vicdânî bir enginliğe ermiştir ki, her nesneye ruh ve sır ufkundan bakmakta, her bakışta rabbânî ayrı bir derinliğe ulaşmakta ve damlasını derya, zerresini de güneş hâline getirme seyr-i ruhânîsi içindedir. Bu hâliyle o, şahsiyet-i fâniyesiyle hiç ender hiç olma köprüsünden geçerek her şey olma bahtiyarlığına ermiş bir “fenâ fillâh” ve “beka billâh” kahramanıdır.

Âlim, ufku itibarıyla ilâhî; ârif-i billâh ise rabbânîdir. İlim, âlimin ufku ve hâli olmasına mukâbil; irfan, ârifin mâverâlara açık melekûtî yanının bir derinliği sayılmıştır. Aslında o, ilimlere, fenlere bakar mı bakmaz mı bilemeyiz ama baktığında her nesneye arka planları itibarıyla bakar. İlm-i zâhir erbâbı ise, eşya ve hâdiselerin neye bakıp neyi gösterdiklerini okumadan daha ziyade, bir kısım naturalistlerin yaptıkları gibi sadece kalıplarla meşgul olur da, onların özünü ve gâyesini göremezler; göremez de مَنِ ازْدَادَ عِلْماً وَلَمْ يَزْدَدْ زُهْداً لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللّٰهِ إِلاَّ بُعْداً mazmununca âlâ-yı illiyyîn yolunda esfel-i sâfilîne sukut ederler.

Nazârî planda ilim, mebâdîden sayılır ve irfan, onun amelî bir semeresidir. Ârife gelince o, icmâlî ilmini ameliyle derinleştire derinleştire, ibadetini ubûdiyet-i hâliseye, ubûdiyetini de ubûdet-i mahzâya çevirebilmiş öyle bir aksiyon insanıdır ki, وَماَ خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ fermân-ı sübhânîsince, Allah’ı dosdoğru tanıyıp bilmeye çalışır ve bu bilgiyi derin bir kulluk şuuruyla tabiatına mâlederek, daha doğrusu tabiatının en önemli bir derinliği hâline getirerek hilkatin gâyesi ve fıtratın neticesi istikametinde ölesiye gayretler sergiler. Böyle mütemâdî gayretlerle o, sürekli kendini yeniler.. Hak’tan başka her şeye bütün bütün kapanarak her an ayrı bir neşve ile O’na yönelir.. ne Celâl’in cefâsına takılır, ne Cemâl’in vefâsıyla küstahlığa girer; her zaman,

“Kulluğum başımda billûrdan bir taç,
Kullukla erilmez pâyeye erdim.!
Kapında bu benden hep Sana muhtaç;
Aç kapını, tut elimden ben geldim!”

der.. ve acı-tatlı O’nun her muamelesini kendine sunulmuş bir armağan gibi karşılar.. karşılar ve ârifin gönlünün gam-gîn olmasının gerekli olduğunu mırıldanır ve hep rızâ soluklanır. Söyleyen ne hoş söylemiştir: “Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.”

Mutlak zikredildiğinde ârif sözcüğünden bunlar anlaşılmaktadır ama farklı irfan seviyelerinin bulunduğu da bir gerçektir. Evet, her mârifet erinin temâşâ ufku ve ihsas/ihtisas enginliği farklı farklıdır. Bunlar arasında otağını kadem-nazar ufkunun birleşik noktasına kurmuş öyle rabbânîler vardır ki, bir ân-ı seyyâle müşâhede ve mükâşefe inkıtâını ciddî bir kopukluk sayarak, Seyyidinâ Hazreti Âdem edasıyla dakika fevt etmeden doğrulur, bir kere daha ebedî mihrâbına yönelir ve رَبَّناَ ظَلَمْناَ أَنْفُسَناَ... evbesiyle arınarak en içten teveccühlerle esmâ ve sıfât ötesi şuâât-ı vech cilâsıyla cilâlanır ve kendi vehmî renk ve desenini ayaklarının altına alıp haremgâh-ı ilâhîye mahrem olduklarını ortaya korlar. Bunlar arasında öyleleri de vardır ki, seyrek de olsa tasavvurlarını ağyâr mülâhazasıyla kirleterek yer yer kendilerine husûf ve küsûf yaşatır, zaman zaman ufuklarını karartır ve farklı buudlarda gurbetlere mâruz kalırlar. Bu arada öyle mübtedîler de vardır ki, mütemâdî gel-gitleriyle gündüzü geceyi iç içe yaşar ve gurbetle inler, kurbetlerle de kıvam soluklarlar.

İnsanlığını müdrik insan, âlî himmet olmalı, imanını sâlihâtla derinleştirmeli; amelinde ihsân ufkunun üveyki olmaya çalışmalı; mârifet yolculuğunda “hel min mezîd” eri olarak irfanını muhabbet ve aşk u iştiyakla taçlandırmaya gayret etmelidir ki, bu hâl, mukarrabînin ve akrabu’l-mukarrabînin hâlidir.

اَللّٰهُمَّ رَبَّنَا زِدْنَا إِيمَانًا وَمَعْرِفَةً وَمَحَبَّةً وَعِشْقًا وَاشْتِيَاقًا إِلَى لِقَائِكَ
وَاسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ


Dipnot
1. Kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, o ancak Allah'tan uzaklığına uzaklık katmış olur.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yalda Abbasi Mohsen Mizazade Le Yare Sözleri Türkçe

Kadın Ez ku iro pır xemginim, lê yare… (Ben ki bugün çok dertliyim, le yare…) Lê yare, gul nare… (Le yare… Gül nare…) Cab levina negerinım, lê yare… (Bir divane onu ararım, le yare…) Lê yare, hevale… (Le yare, hevale…) Neşan jêde ev nabinim, lê yare… (Ararım da bulamam, gül nare…) Neşan jêde ev nabinim, lê yare… (Ararım da bulamam, gül nare…) Derdê dılemın koriyeh, lê yare… (Gönlümün derdi kördür(?), le yare) Lê yare, gul nare… (Le yare… Gül nare….) Xussan canê mın xariye, lê yare… (Xuslar(?) canımı yedi, le yare… ) Lê yare, hevale… (Le yare, hevale…) Didar maye kıyamete, lê yare gul nare… (Buluşmak kıyamete kaldı, gül nare…) Didar maye kıyamete, lê yare gul nare… (Buluşmak kıyamete kaldı, gül nare…) Erkek; Caylan kuştın, jınan bırın, lê yare… (Caylanı öldürdüler, kadınlar kötürdüler, le yare…) Lê yare, gul nare… (Le yare… Gül nare…) Gulyarê mın esir kırın, lê yare… (Gülyarımı esir ettiler, le yare…) Lê yare, hevale… (Le yare, hevale…) Van fıritın le

İbrahim Tatlıses Filmleri

İbrahim Tatlıses Filmleri,İbrahim Tatlıses Filmleri izle,yeşilçam hülya avşar -İbrahim Tatlıses Filmleri,türk sineması İbrahim Tatlıses Filmleri,eski nostalji İbrahim Tatlıses Filmleri Bu Bölümde ibrahim Tatlisesin Cevirdigi Tüm Filmler Yeralmaktadir. Filmleri izleye Bilmek icin Resimlere Tiklayiniz. Bazi Filmler 2 Cd Olarak Eklenmistir. Filmin Devamini izleye Bilmek icin Hemen Yanindaki Resimi Tiklayarak Filme Devam Baka Bilirsiniz iyi izlemeler. Burdaki Filmler Tanitim Amaciyla Sunulmustur. Sanatcilara Destek Vermek icin Orjinal Cd lerini Satin Almanizi Tafsiye Ederiz. Sitemizdeki Filmlerimizin Yüzde 99 u Nostalji Agirlikli Filmlerdir. Alisan - 1982 ibrahim Tatlises - Yaprak Özdemiroglu - Yaman Okay - Savas Akova Ali Tutal - Zeynep Irgat - Alev Gürzap - Hamit Yildirim ALLAH ALLAH - 1987 ibrahim Tatlises - Melike Zobu - Mehmet Ali Erbil Neslihan Acar - Neriman Köksal - Hüseyin Kutman Asiksin - 1988 ibrahim Tatlises - Hülya Avsar - C

Engin Noyan Güzel Dua

 Yâ Berr! Yoktum yokluğumun farkında değildim İyilik ettin var eyledin beni Anılmıyordum anılmaya değer değildim İyilik ettin insan eyledin beni Bilmiyordum bilmediğimi bilmiyordum İyilik ettin kendini bilir eyledin beni Bilmiyordum senin farkında değildim İyilik ettin inanlardan eyledin beni Kimsesizdim kendime dost arıyordum İyilik ettin dostun eyledin beni Yetimdim sahibimi arıyordum İyilik ettin rahmetine çağırdın beni Hatalıyım pişmanlık duyuyorum